SUNUŞ
Psikanalitik çalışma bireyin yalnızca kendisi ile yüzleştiği bir çalışma olmaktan öte öyküsünün yalnızca kendisi ile sınırlı olmadığını anladığı bir çalışmadır. Her psikanalitik çalışma ruhsallığın temelini çatan pek çok toplumsal katmanın incelenmesini gerektirir. Freud, analitik çalışmayı bir arkeoloji kazısına benzettiğinde aslında yalnızca bireyin tarihinde geriye doğru bir hareketi değil onun içinde geliştiği toplumsal katmanlar arasında yapılması zorunlu olan bir yolculuğu da tarif etmektedir[1]. Toplumsal belleğin kazılması katmanlar arasındaki pek çok derin acının ve kayıplarla oluşan boşluğu, kopukluğu, tanımlanamaz tortuları ortaya çıkartacaktır. Travmatik yaşantı tanımı gereği simgeselleştirilemeyen, dilsel olarak yeterli bir temsile kavuşamayan, çaresizlik deneyimidir. Yoğun acının ve anlamsızlık hissinin eşlik ettiği bu deneyimler ruhsal yapıda belki de tamiri olanaksız gedikler açacaktır. Oluşan bu boşluklar yalnızca bireyin ya da o dönemin toplumsal yapılarının ruhsal alanını belirlemekle kalmazlar ve bu travmatik boşluklar ve tortular sonraki kuşaklara da aktarılırlar. İnsanın ruhsal alanı yalnızca üst kuşaklardan aldıkları ya da kendi deneyimleri ile değil aynı zamanda alamadıkları ve deneyimleyemedikleri ile de belirlenir. Pek çok analitik çalışmada bu izlerle öyle ya da böyle karşılaşılır.
Haydée Faimberg, kuşaklar arasındaki bu aktarımı kuşakların arasında gelişen narsisistik bağlarla tariflerken bu iç içe geçme ve ayrışamama halini vurgulamak için “teleskoplaşma” kavramını kullanır[2]. Alt kuşaklar onlara açıkça anlatılmamış olan üst kuşakların kayıp yaşantılarını tuhaf biçimde kendi yaşamlarında yeniden sahnelemektedir. Faimberg bunun bir iç içe geçme ve kaynaşma ile mümkün olduğunu öne sürerken P. Fonagy ise bu tabloyu travmatik üst kuşakla kurulan ya da daha doğrusu kurulamayan düzensiz bağlanma örüntüleri ile izah eder[3]. Bu boşluğun bir başka aktarım yolunu Laplanche’ın enigmatik/bilmecemsi mesaj olarak tanımladığı ebeveyn ve bebek arasındaki etkileşim biçiminde de bulabiliriz[4]. Ona göre bakım verenin çocuğu korumak adına çocuğa aktarmak istemedikleri bir biçimde bilinçdışı olarak aktarılır, bakım verende bastırılan çocukta geri döner. Bu ilk kaçak mesajlar çocuğun bilinçdışının temel taşlarını döşeyecektir ve yeterince simgeleştirilemeyen, düşünselleştirilemeyen her süreç gibi eyleme vurulmaya ve yeniden sahnelenmeye daha yatkın olacaktır.
Nicholas Abraham ise Hamlet’ten yola çıkarak hayaletlerin ruhsal öneminden söz eder. Abraham’a göre hayaletler, tam da böylesi boşlukların gerisinde sezilen utanç ve suçluluğa karşı ruhsal alanda ortaya çıkan psişik icatlardır[5]. Bir başka deyişle hayalet, ölümden geri gelen değil geri de kalanın kaybettiğinde sezdiği ve dile gelmemiş ya da gelememiş olan boşluğa karşı kendi ruhsal alanında var ettiğidir, hiç konuşulamamış olan sırrın ifşasıdır. İnsanlık tarihinin içerdiği korku ve utanç dolu olaylarını düşününce hayaletlerin aramızda kol gezdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu kitabın çeviri fikri de aslında böylesi hayalet öykülerinin arasında doğdu. Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Derneği’nin 2013 yılında gerçekleştirdiği yıllık toplantıda Rainer Krause, Almanya’da yaşayan Dersim kökenli genç bir hastasıyla çalışmasını aktarmıştı[6]. Genç kadının anne ve babasının aileleri Dersim Katliam’ında yoğun acılar yaşamıştı ve bu olaylar hastanın ailesinde neredeyse bir tabuydu ve hiç konuşulmamıştı. Krause bu kadim acıların hastasında nasıl ketlenmelere yol açtığını ve analitik çalışmada nasıl canlandığını aktarmıştı. Aynı toplantıda Ilany Kogan da Yahudi soykırımından kurtulan ebeveynlerin çocukları ile olan çalışmalarda açığa çıkan hayaletlerle tanıştırmıştı bizi[7]. İşte bu hayaletlerin etkisi ile yapılan sohbetlerde Kogan bizlere bu kitabı çevirmeyi önermişti. Bu önerinin gerçekleşmesi başta Celal Odağ’ın katkı ve teşvikleri ile mümkün oldu, Ali Algın Köşkdere ve Yücel Yılmaz süreç boyunca desteklerini sundular ve sonunda Aylin Ülkümen’in akıcı çevirisi ile bu önemli çalışma Türkçeye kazandırıldı.
“Sessiz Çocukların Çığlığı” travmanın kuşaklar arası aktarımı ile teorik bir alt yapı sunmanın ötesinde bu anlatıları odada duymanın önündeki zorlukları ve bu zorluklara karşı kendi başa çıkma yollarını da tarif etmekte. Olgu öyküleri ve seanslardan kesitler böylesi zorlukların nasıl ele alınması gerektiğini tarif eden teknik bir yönerge olmaktan çok, seanslarda yaşananlara dair içten bir paylaşım olarak görülmeli. Her olgu, kuşaklar arası aktarılan bu yükün ne denli ağır ve toksik etkileri olduğunu ortaya koymakta. Kitabın yedinci bölümünde (Aynı Gemide: Körfez Savaşı’nda Psikanaliz) ise travmanın hem analisti hem de analizanı aynı anda kuşattığı, dış gerçekliğin her ikisini de çaresiz bıraktığı zamanlarda ortaya çıkan dinamikleri ele almakta. Dış dünyadaki gerçek savaş ile önceki kuşağın çaresizlik deneyimlerinin iç içe geçmesinin, bireyin kendini korumasını ne denli güçleştirebileceğini de ortaya koymakta.
Aslında Yahudi soykırımının ve benzeri tüm soykırımların yalnızca bu travmaları birebir yaşayanları ve onların ailelerini değil tüm insanlığı kötürüm bırakan utanç anları olduğunu söylemeliyiz. Psikanaliz hayaletleri defeden bir tılsım sunmaz, Freud, cehennemin dibinden getirdiğimiz hayaletlere kulak vermeden onları defetmenin büyük kayıp olduğunu söyler. İçinde yaşadığımız coğrafya yüzyıllardır pek çok acıya ve utanca şahitlik etti, şimdi içinden geçtiğimiz günler yine pek çok kaybın eşiğimizde olduğu günler. Bildiğimiz tüm alışkanlıklarımızı sorgulayan bir virüs karşısında çoğumuz yine benzer çaresizlikleri paylaşıyoruz ve biliyoruz ki salgınlarda yaşanan vakitsiz kayıplar da çoğumuzu benzer bir anlamsızlık ve dehşet hissi içerisinde bırakabilir. Savaşlarda ya da göçlerde olduğu gibi salgınların da arkeolojik katmanlarda yarattığı travmatik izlerden söz edebiliriz. İlginç olan ise hastalık ve salgın sırasında ortaya çıkan bu katmanlarda biriken tortuların dilsel anlatılarda savaşlara oranla daha az yer buluyor olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı’na dair sayısız yapıta rastlamak mümkün iken savaşın hemen eşiğinde savaşta olduğundan bile daha fazla insan kaybına neden olmuş olan İspanyol Gribi’ne dair yapıt sayısı çok kısıtlıdır[8]. İçinden geçtiğimiz bu salgında terapistlerin de hastalarıyla aynı gemide olduğunu hatırlayarak bu gemilerde gerçekleşen yolculuk anlatılarını çoğaltmak belki de ölüme karşı yaşamı kuşanmak gibidir. Kendi travmalarımızı anlamak ve dillendirmek adına yapılacak her girişim yalnızca bizleri rahatlatmakla kalmayıp gelecek nesillerin yükünü de hafifletecek, kendi dilini bulan her acı gelecekten bir hayaleti eksiltecektir.
İshak Sayğılı
İstanbul
Mayıs, 2020
[1] Freud, S. [1937] Constructions in Analysis, The Standart Edition of The Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XXIII, 255-270
[2] Faimberg, H. [1988] The telescoping of generations: Genealogy of certain identifications. Contemporary Psychoanalysis, 24(1), 99-118.
[3] Fonagy, P. [1999] The transgenerational transmission of holocaust trauma: Lessons learned from the analysis of an adolescent with obsessive-compulsive disorder. Attachment & human development, 1(1), 92-114.
[4] Laplanche, J. [1997] The theory of seduction and the problem of the other. International Journal of Psycho-Analysis, 78, 653-666.
[5] Abraham, N. [1991] Notes on the phantom. Supplements to Freud’s metapsychology. Psyche, 45(8), 691-698.
[6] Krause, R. [2013] Ebeveyn tasarımları değişimde. 15. İzmir Psikanaliz ve Psikoterapi Günleri, İzmir
[7] Kogan, I. [2013] Soykırımdan kurtulan bir ailede örselenmenin bir nesilden diğerine aktarılması. 15. İzmir Psikanaliz ve Psikoterapi Günleri, İzmir
[8] Honigsbaum, M. [2016] Living with Enza: the forgotten story of Britain and the great flu pandemic of 1918. MacMillan, Newyork.