Aynı Gemide (Körfez Savaşı’nda Psikanaliz)

SESSİZ ÇOCUKLARIN ÇIĞLIĞI

Ilany Kogan

AYNI GEMİDE[1]

(Körfez Savaşı’nda Psikanaliz)

“Şimdi savaş, uygarlık sürecinin bize empoze ettiği ruhsal tutuma yönelik olabilecek en güçlü karşıtlığı kaba bir biçimde sergilemektedir ve bu nedenle biz ona baş kaldırmak zorundayız; basitçe söylersek artık ona katlanmak zorunda olamayız.”

S. Freud (1932)

Giriş

Freud’a göre “tedavi”, sadece belirtilerden kurtulmaya değil, aynı zamanda samimi sevgi ilişkileri kurma ve çalışmada üretken olma kapasitesine bağlıdır[2]. Bu nedenle, terapideki hastalarda bir ‘iyileşme’ gerçekleştirmesi için, zamanında uyum sağlamaya hizmet etmiş olsa da güncel gerçeklikte kısıtlayıcı olan ve kişiye zarar veren sabit duygu, düşünce ve davranış örüntülerini bırakmalarını sağlamak gerekir. Freud, psikanalizde temel tedavi edici etmenlerden birinin içgörü olduğunu düşünüyordu: “Altbenlik nerede idiyse, benlik orada olmalıdır.” (Freud, 1915c, s.275) demişti.

İlişkisel etmenler (hasta-terapist etkileşimi) ile içgörünün, iyileştirici etkileri açısından karşılaştırıldığı tartışmalar, Freud ve Ferenczi’nin ilk dönemlerdeki anlaşmazlıklarından kaynaklanır. Freud yansız ve yorumlayıcı bir yaklaşımı özenle tanımlarken, Ferenczi (1920) analistin duygusal olarak ulaşılabilir, sıcak ve karşılık verici olduğu “etkin” ve bakım verici bir yaklaşımı savunmuştur. Ferenczi’nin düşüncesinin hem besleyerek yeniden yapılandıran yanı hem de çeşitli başka yanları, sonraları Alexander, Balint, Fromm-Reichmann, Guntrip, Khan, Kohut, Sechehay, Sullivan ve Winnicott’un (Slipp, 1982) çalışmalarında yer bulmuştur.

İnsanların varlığı tehdit altındayken, ilişkisel etmenler ile içgörünün tedavi ediciliğinin barış zamanındakinden farklı olduğuna inanıyorum. Bu türden tehditlerin söz konusu olduğu koşullarda psikanaliz yapmak üzerine bazı fikirlerimi paylaşmak istiyorum. 

Son dönemlerde Körfez Savaşı sırasında İsrailli analistlerin kendilerine sorduğu sorular arasında şunlar vardı: Kendilerinin ve çocuklarının yok olma ihtimaliyle karşı karşıya kalan insanlar ne hissederler? Böylesi bir durumda analitik tedavinin yeri nedir? Peki kendisini hastasıyla aynı gemide bulan analistin vazifesi nedir?

Her türlü analitik çerçevede hem içgörü hem ilişkisel etmenler önem taşır, ancak fikrimce insanların varlığı tehdit altında olduğunda yorum yoluyla içgörü sağlama işi ertelenmelidir. Bu dönemde analist ile hasta arasındaki ilişkisel etmenler, hastayı “kucakladığı” kadar, aynı etmenler tehdit geçtiği zaman daha iyi bir analitik çalışma yürütülmesini sağlayacak zemini de kurar. Bu bakış açısı, Freud’un alıntılayacağım ifadesi bağlamında anlaşılmalıdır: “İçine düştüğümüz savaş zamanı kargaşasında, zorunda kaldığımız tek yanlı bilgilenmeye güvenerek, zaten gerçekleşmiş ya da başlamakta olan büyük değişikliklerin çok yakınında duruyoruz. Biçimlenen gelecek hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmaksızın üzerimize baskı yapan izlenimlerin önemini ve oluşturduğumuz yargıların değerini yitiriyoruz.”[3]

Bu bölümde, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının analizinde içgörünün ve ilişkisel etmenlerin tedavi ediciliğini, Körfez Savaşı’ndan önce ve savaş esnasında gördüğüm iki hastanın analizinden kesitler sunarak göstereceğim. Çeşitli başka şeylerin yanı sıra, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının bu dönemde gerçekliği nasıl algıladıklarını, güncel travmanın anılar üzerindeki etkisini ve savaş döneminde tedavi odağının benlik güçlerinin kuvvetlendirilmesine nasıl çevrildiğini ele alacağım.

Batia Vakası

İlk olarak içgörüsünün artmasının, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalan bir anne babanın çocuğu olan Batia’nın eylemlerinin bilinçdışı anlamlarını kavramamıza nasıl yardımcı olduğunu anlatacağım. Bu içgörünün derinlemesine çalışılmasının Batia’nın annesinin geçmişiyle bağlantılı düşlemlerini somutlaştırmayı bırakmasını nasıl sağladığını açıklayacağım.

Evli ve üç çocuk annesi olan kırk yaşındaki Batia, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalan bir anne babanın en büyük kızıydı. Batia’nın anne babasının her ikisi de ailelerini Polonya’da kaybetmişlerdi. Babası ormanda savaşan bir grup partizana katılmıştı. Ebeveyni ve kardeşleri Almanlar tarafından götürülen on iki yaşındaki annesini Yahudi olmayan bir kadın kurtarmış, onu Hristiyanlığa göre büyütmüştü. On altı yaşına geldiğinde İsrail’e giderken yolda Almanya’ya yollanmış, orada kendisinden yirmi üç yaş büyük bir adamla tanışıp evlenmişti. Evlenmelerinden bir yıl sonra, on sekiz yaşındayken, Batia’yı dünyaya getirmişti. Batia bir yaşındayken ailecek Almanya’dan İsrail’e göç etmişlerdi.

Batia’nın tarifine göre annesi “ne kendisine, ne de çocuklarına bakabilen” çocuksu biriydi. “Çok güzeldi; sarışın, mavi gözlüydü. Fakat alttan alta hep bakımsız ve pisti.”

Batia hem okulda hem de kariyerinde kendisini hırslı buluyordu zira onun için başarı, köklerine yakıştırdığı “pisliği” temizlemenin biricik yoluydu. Maddi kazanç elde etme çabasıyla kocasını kendi işini kurmaya teşvik etmişti ve kocası bu işte muazzam bir başarıya ulaşmıştı. Çift, şehrin dışında lüks bir ev inşa etmişti, fakat bu eve taşındıklarında Batia depresyona girmişti. Evin güzelliğinden ve zarafetinden nefret etmiş, mutsuzluğunu ne kendisine, ne de bir başkasına açıklayamamıştı. Aşağıda, Batia’nın farklı ve daha iyi bir ev arayışının ele alındığı seanslardan bir kesit bulacaksınız. Bu arayışı, annesinin geçmişini kendi yaşamında yeniden yaratma çabasıyla ilişkiliydi. Bu kesit Körfez Savaşı’ndan yaklaşık dokuz ay önce gerçekleşmişti (B = Batia; I = Ilany):

B: Son on-on beş yıldır gün boyu hayalini kurduğum tek şey bir eve sahip olmaktı. Kendime ait bir ev istiyordum, hırslarım böylece karşılık bulacaktı. Ev bir yanıyla statü göstergesi, belirli bir hayat şeklini akla getiriyor. Dergi fotoğraflarında çıkan evlere benzer bir evde yaşamayı isterdim. Kocamla inşa ettiğimiz evin sıkıntısı, çevresinin hayallerimdeki gibi olmaması. Ne yeşil ormanlar var etrafında, ne de bir göl. Taşınmalıyım. Kesinlikle doğru yerde değil. Ve oradan ayrıldığımda evi satmayıp bir anıta çevireceğim. O ev herkese gösterecek bizim neler elde edebildiğimizi.

I: Neden evinizi anıta çevirmek istiyorsunuz?

B: Anlatayım. Polonya’ya gitmek istememle alakalı. İstiyorum ki sarı bir yıldız kesip, elimdeki sarı yıldızım ve İsrail bayrağımla baksanıza bana, diyeyim onlara. Geri döndüm! Beni yıkmayı başaramadınız. Ben kim olduğumla gurur duyuyorum. Senelerce utandım, artık utanmıyorum.

I: Sizin için zor olmalı, bu gururunuzla bana utandığınız onca şeyi göstermek.

B: Evet… Karmaşık biriyim. Dün kabine bakanlarımızdan birini gördüm televizyonda. Öyle kaba saba, öyle itici, öyle cahildi ki. Bizim bu hükümetimiz var ya, topu aptal bunların. İsrail’in incelikli yanını ancak konserlere gittiğimde görebiliyorum.

I: Sanki bana kendinize dair hislerinizi anlatıyorsunuz; incelikli bir yanınız var, fakat kaba saba ve aptal bulduğunuz bir yanınız da var.

B: Biliyorsunuz, buradaki evler hep pis. Pek bir estetik yok burada. Şahsen ben el ve ayak tırnaklarıma oje sürmeden evden dışarı adım atmam. İç çamaşırlarım hep tertemizdir. Ama annem pistir. Sütyeni ve külodu pistir. Annemin fırını, küveti pistir.

I: Sanki içinizdeki kaba saba, pis bulduğunuz yanları örtmek için dışarıya incelikli, temiz yanınızı göstermeniz gerekiyor gibi.

B: Dışarıdan bakıldığında annem tam bir hanımefendi ama içinde bundan bir o kadar uzak. Hristiyan olduğunu söyleyip dururdu ama yalan söylüyordu. Ve tüm o göstermelik hareketlerine rağmen kendisinden başka kimseyle ilgilenmezdi. İşte bu pislik.

I: Size karşı hissettiklerimden şüphe ediyor gibisiniz: Acaba bu hisler hakiki mi yoksa sahte mi?

B: Zekisiniz. Bu oynadığınız, bir oyun. Doktor rolünü oynuyorsunuz. Annem rol yapmaya dahi tenezzül etmezdi.

Karşı aktarımda bir yandan kendimi reddedilmiş hissederken, diğer yandan Batia’nın muhtaç hâlini seziyordum.

I: Bir yandan beni belirli bir mesafede tutmaya çalıştığınızı, diğer yandan kendinizi yalnız ve üzgün hissettiğinizi seziyorum.

B: Hakikaten çok üzgünüm. Üzüntümü gizlemek istiyorum ama sonra numara yapıyor gibi hissediyorum. Size söylemeye utanıyorum ama son zamanlarda her gün duş almıyorum. Kendimi pis hissediyorum. Keşke evimi alıp başka bir yere taşıyabilseydim. Etrafımda alana, sükûnete, ağaçlara, bir göle ihtiyacım var.

I: Bana kendi üzgün ve “pis” yanınızı göstererek, sizi içinizdeki başka bir yere, kendinizi daha çok sevebileceğiniz bir yere götürmemi umuyor olabilir misiniz?

B: Bu konuda haklısınız, kendimi pek sevmiyorum… Biliyor musunuz… gençken çok okurdum. Hatta okuduğum coğrafi betimlemeleri bir deftere geçirirdim. Öyle severdim ki bunu yapmayı… Yüz Yahudi çocuğun kurtarıldığı bir ev üzerine okumuştum. Şimdi her şey tarihe geri gömülüyor. Bu eve ihtiyacım var.

Dakikalarca sessizce oturduk. Batia’nın analizde manevi bir eve sahip olmaya duyduğu özlemin farkındaydım; ve gayet iyi biliyordum ki bu aşamada kabullenmeye katlanamadığı bir özlemdi bu. Hüsran içimi sardı. Bu kadına hiç ulaşamayacağıma, ona ulaşmaya çalışmanın başka bir dönemde yaşamış birine ulaşmak istemeye benzediğine dair fikirler gelip geçti aklımdan, gerçekleştirmesi imkânsız bir şeydi bu…

I: Sanki bugün benimle kayıp hissinizi ve hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir şeye duyduğunuz özlemi paylaşıyorsunuz… O betimlemeleri aldığınız kitaptan biraz daha bahsetsenize…

B: Hatırlamıyorum… Sanırım… şimdi hatırlamaya başlıyorum… Kitabın başlığı Benim Yüz Çocuğum. Polonya’nın Zakopane şehrinde çocukların Nazilerden kurtarıldığı bir evle ilgili. Evi çevreleyen arazi çok güzeldi. Geniş geniş alanları vardı, bir ormanı, bir de gölü. (Aklı karışmış gibi görünerek) Aradığım ev bu olabilir mi, sanki annem olmaya ve şimdiki zamanda onun hayatını yaşamaya çalışıyormuşum gibi?

Bu kısa olgu öyküsü, Batia’nın iki farklı gerçeklik düzeyinde var olma arzusunu nasıl farkına vardığını gösteriyor. Bu seans esnasında, hem şimdiki hem de geçmiş zamanda yaşamaya yönelik umutsuz çabasını yansıtmalı özdeşleşim yoluyla bana iletti. Doğrudan bir aktarım yorumunu hemen yapmadım. Bunun yerine yukarıda yaptığım yorum, bu duygulanımın içimdeki yankısına dayanıyordu; ona ulaşmayı dahi başaramadığım hissine. Bu yorum üzerine Batia iç dünyasının dışsallaştırmaya çalıştığı unsurunu arayıp bulabilecek kadar kendisini anlaşılmış hissetti.

Şimdi Batia’nın kendisini “pis” hissetmesini özümsemeye başlayabilmiştik. Batia bu hislerin, annesini Yahudi olmayan bir kadının kurtarmasına ve onun “pis” evinde yaşaması hikâyesine bağladı. Annesinin Hristiyan olarak kabul edilme çabasını “pis” bulmakla birlikte, Batia da annesini “pis” bir Yahudi kadını olmakla suçluyordu. Bir yandan annesinin Aryan görünümünün altında yatan pis Yahudi kadınından nefret ediyor, diğer yandan kendisinin de ondan farksız olduğunu hissediyordu. Annesinin “pis” davrandığı, kendi canını kurtarmak için insanlarla beraber olduğu düşlemleri yoğun inkâra rağmen su yüzüne çıktılar. Bu içgörünün analizde daha da derinlemesine çalışılması, Batia’nın kendisine dair edindiği yeni bilgilerin annesinin geçmişinden ayrışmasını kolaylaştırdığı bir çerçeve sundu.

Şimdi de Körfez Savaşı patladıktan hemen sonra Batia’nın hiddet, iktidarsızlık ve dehşet hislerini nasıl ele almaya çalıştığımı bir örnekle göstereceğim. Psikanalizin genel kabulü olan yorum, ileride açıklayacağım üzere artık uygun görünmüyordu. Hastayla olan sahici ilişkime dair farklı etmenler önplana çıktı ve yorumdan önce gelir oldu.

B: (Gülümseyerek) Bugün gün boyu “kitlesel yıkım” sözünü duydum. Sürekli zihnimde yankılandı. Yalıtılmış sığınaklar kimyasal silahlara karşı yeterince iyi koruma sağlar mı, hiç bilmiyorum.

Aktarımda Batia’nın, olabilecek korkunç şeylere karşı ona kol kanat gerebilir, onu koruyabilir miyim diye sorduğunun farkındaydım. Ne var ki bu türden bir aktarım yorumunun bana tümgüçlü bir rol yükleyeceğini sezerek, sözlerine eşlik eden duygulanımı getirdim ve hafifçe gülümsemesini anlamaya çalıştım.

I: Bütün bu süre boyunca gülümsediniz, bunu merak ettim…

B: İçin için ağlıyorum. Gaz saldırısına uğramaktan korkuyorum. Shoah filminde insanların gaz odalarına gittikleri bir sahne vardı. Çırılçıplaklardı, idrarlarını yapıyor, dışkılıyorlardı. Korktuğunuzda bunlar içinizden dökülüveriyor. Sığınağa gittiğimde tuvalete girmek zorunda kalıyorum. Aklıma gelen fikir, Almanlardan nefret ettiğim. Her zaman onlara hem nefret hem de hayranlık duydum. Fakat şimdi, kimyasal silahlarıyla yine pislik çıkarıyorlar. Gazın gaz maskemden içeri geçmesinden korkuyorum. Feci kaygıya kapılıyorum. “Çocukları Amerika’ya yollasam mı?” diye düşündüm. Yüzümde gaz maskemle otururken, çocuklarımı gaz maskeleri takmaya mecbur olduğumuz bir dünyaya getirdiğim için onlardan utandım. Kaygımı seziyorlar. Havadan yayılıyor. Ufukta yaklaşan bir felaket var. Bekçi köpeği gibiyim. Tehlikenin nereden yaklaştığını koklayarak anlayabiliyorum, sağlıklı duyulara sahibimdir. Anne babamın yaşadıklarını tekrarlamak istemiyorum ben.

Aktarımda, Batia’nın felaketi önleme yetimden duyduğu şüpheyi dile getirdiğinin farkındaydım. Bir kez daha, bu noktada yapılacak bir aktarım yorumunun bana gerçekçi olmayan bir rol yükleyeceğini hissettim. Batia’nın ve benim sahiden de aynı gemide olduğumuzu bildiğimden, kendi hislerimi dile getirdim: “Ölüm ve yıkım tehdidiyle hepimiz karşı karşıyayız… hepimiz yaşamak istiyoruz.”

Batia’nın buna verdiği tepki, yakın zamanda benim de izlediğim bir olaya atıfta bulunmak oldu. İsraillilerin tümünü dehşete düşüren bir olaydı bu. “Dün televizyonda evi bombalanan ufacık bir kız çocuğu gördüm. Eve gitmek istese de gidemiyordu çünkü evi ansızın bir moloz yığınına dönmüştü.”

Batia’nın bir kez daha aktarımda onun analizdeki duygusal evi olan benim yıkılmamdan korktuğunun farkındaydım. Fakat bu onun iç gerçekliğinden kaynaklanan bir düşlemden ibaret değildi. Tam o anda gerçekleşmesi gayet olası bir ihtimaldi. Yine de Batia’ya evinin moloz yığınına dönme korkusunun onun için özel bir anlam taşıdığını, çünkü bunun annesinin geçmişinin Batia’nın şimdiki zamanında yinelenme ihtimaliyle ilişkili olduğunu belirttim. Hayatı boyunca annesinin yıkılan evini çaresizce arayıp duran Batia, şimdi kendi hayatında benzer bir felaketin gerçekleşme ihtimaliyle karşı karşıyaydı. Batia’nın benim yıkımımla ilişkili aktarımsal hislerini ancak analizin ilerleyen zamanlarında ele alabildik.

Hannah Vakası

Körfez Savaşı’ndan beş sene evvel gerçekleşen aşağıdaki klinik öykü parçası, hastanın eyleme döktüğü rollerin ve aktarımda terapiste yüklediği rolün yorumlanması aracılığıyla somutlaştırma ihtiyacını anlama çabasına örnek teşkil ediyor.

Hannah’nın babası, ilk karısını Yahudi Soykırımı’nda kaybetmiş, savaşın büyük kısmını saklanarak geçirerek soykırımdan kurtulmuştu.

Analizin ilk yılında Hannah otuz iki yaşında ve bekârdı. Bu dönemde, babasının ilk eşinin başına gelenleri yeniden yaratmaya yönelik bilinçdışı çabasını dışa vuran pek çok somutlaştırma örneği yaşanmıştı. İsrail’de etrafı Arap düşmanlığıyla sarılı hâlde yaşıyor olması, babasının geçmişine dair düşlemleriyle yakından alakalıydı.

Hannah bir Avrupa seyahati dönüşünde feci hâlde kaygıya ve paniğe kapılmış şekilde kendisini seansa attı ve “peşindeki Arap” yüzünden ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu anlattı.

Anlaşılan o ki otel lobisinde şık giyimli bir adamla tanışmış, bu adamın bir Arap casus olduğunu düşünmüştü. Başka bir ülke vatandaşı olmasına ve İsrail’de daha sadece birkaç aydır yaşıyor olmasına rağmen bir anda adama İsrail vatandaşı olduğunu söyleyivermişti. Yemeğe çıkıp sinemaya gitmelerinin ardından onun odasına gitmiş, ikisi tek kelime etmeden seks yapmışlardı. Sonra Hannah ansızın adamın adını dahi bilmediğini fark etmişti. Paniğe kapılmış, tuvalete gitmek için bir bahane uydurmuş, alelacele üstünü giyinmiş, kol çantasını kaptığı gibi odadan çıkmıştı. Bundan iki saat sonra İsrail’e giden bir uçağa binmişti bile.

İsrail’e döndüğünde bir çift ayakkabısının orada kaldığını otele bildirerek, ayakkabılarını iletmeleri için adresini vermişti. Hemen sonrasında “Arap casusun” onun peşinde olduğundan emin, can havliyle bana gelmişti.

Hannah bu olanları bundan seneler önce bir Avrupa seyahati esnasında izlediği Gece Bekçisi (The Night Porter)  filmiyle ilişkilendirdi. Anlattığına göre film, ergenliğini toplama kampında geçiren Yahudi bir kadın ile onun kamptaki işkencecisi olan Nazi subayın, toplama kamplarının özgürlüğe kavuşturulmasından birkaç sene sonraki karşılaşması üzerineydi. Geçmişin şimdiki zamana baskın çıktığı bu karşılaşmanın baş aktörleri, kendilerini aşan bir gücün etkisi altında kalarak toplama kampındaki zalim ve kurban rollerini oynamayı sürdürmüşlerdi. Adam kadına cinsel saldırıda bulunmuş, gerçekliğe dönemeyip onu öldürmüştü.

Hannah’nın, babasının ilk karısına ilişkin bilinçdışı arzu ve düşlemlerini eyleme dökme ihtiyacını anlamaya çalıştım. Bu kadına dönüşerek, onu hayata döndürme çabasında bana da kurtarıcı rolünü yüklediğine işaret ettim. Fakat, kendisini bir Arap/Nazi tarafından öldürülme tehlikesi altında bırakarak, bu kadını öldürmeye de çalıştığını ekledim. Bu yorumun üzerine, Hannah kurban olma arzusunun ardında bana zulmetmeye yönelik bilinçdışı arzusunun yattığını gösteren daha fazla malzeme getirdi. Beş yıllık analizinde pek çok şeyin yanı sıra, onu babasının yaşamını kendi yaşamında yeniden yaratmaya iten babasıyla aralarındaki o özel bağı derinlemesine çalıştık. Evindeki hâkim hava aracılığıyla sözel olmayan yollarla ona aktarılan yas ve suçluluk hislerini derinlemesine çalıştık. Tüm bunlar Hannah’nın geçmişin yükünden ayrışarak kendisine ait bir hayat kurmasını mümkün kıldı.

Analize başladıktan beş sene sonraki Körfez Savaşı sırasında Hannah artık evli ve iki çocuk annesiydi. Aşağıda sunulan seans kesiti, Körfez Savaşı’nın dördüncü haftasında Hannah’nın analize gelmediği sırada gerçekleşti. (Bu oldukça sıradışı bir durumdu zira savaş başladıktan birkaç gün sonra az çok herkes gündüz saatlerinde çalışmaya dönmüş, hastaların çoğu tedavilerine devam etmişlerdi.) Bu analiz kesiti aracılığıyla, Hannah’nın o an gerçek dünyada meydana gelen olayları, Yahudi Soykırımı’na dair düşlemlerinden ayırabilmesini sağlayacak içgörüyü edinmeye çalıştığını görebiliyoruz. (H : Hannah; I : Ilany):

H: Sirenleri duyduğum ilk gece telaşa kapıldım. Bütün vücudum zangır zangır titriyordu, nefes alamıyordum. Kocam evde değildi. Seferberlik sebebiyle askeri eğitimdeydi. Dani (bir yaşındaki çocuğu) çığlık çığlığa yüzünü gaz geçirmez plastik çadıra yapıştırmıştı. Çocuklar da dahil olmak üzere hepimizin her an yok olabileceği kafama dank etti. Siz de böyle mi hissettiniz?

I: Böyle hissetmeye hakkınız olup olmadığını mı soruyorsunuz? O ilk gece korkutucu bir deneyimdi. Üç buçuk saat boyunca yüzümüzde gaz maskeleriyle durmak; hem de neler olabileceğini bilmeden, yıkım tehdidiyle karşı karşıya…

H: Öyle korktuğum için utanmıştım. Analize geri dönebilmem biraz zaman aldı. Fakat şimdi bu iş rutine döndü. İnsan hemen hemen her şeye alışıyor. O Scud saldırısı bir Cuma gecesi olmuştu. İki bebekle yalnızdım, lenslerimi takmamıştım ve maskeden dışarısını göremiyordum. Ben (kocası) evde değildi ve bebeklerin her ikisi de histerikleştiler. Haim (büyük çocuğu) biberon istedi. Ama maskeleri çıkarmamamız gerektiğini söyledikleri için veremedim… Tüm bunları sizinle konuşmaya ihtiyaç duymadan atlatabilmem iyi oldu, biliyorum.

I: Artık daha güçlü olduğunuza göre benim şefkatime ve ilgime ihtiyaç duyan bebek yanınızı anlatabiliyorsunuz. Muhtemelen bu yanınızı “çıkarıp” onunla temas etmeye korkmuştunuz.

H: Doğrudur. Çocuklar bana bel bağladıkları için güçlü olmam gerektiğini, kendime bebek olma iznini veremeyeceğimi hissetmiştim. Ama size söylemek istediğim çok önemli bir şey var. Aklım uzun yıllardır Yahudi Soykırımı’yla meşgul. Bence bugünkü durum eskisinden farklı. Artık kendi ülkemiz var; kendi ordumuz, kendi hükümetimiz… Buraya kimyasallar düşse bile, ki herkes bunu Almanya’ya bağlayıp duruyor, yine bir soykırımın eşiğindeymişiz gibi hissetmiyorum ben.

I: Şimdiki zamanın geçmişle bağlantısını kesmeye uğraşıyorsunuz.

H: Yurtdışına veya Kudüs’e gitmemiz gerektiğini düşünüyordu Ben. Ama kabul etmedim. Çocuklarımın, benim, bizim kaderimiz bu ülkenin kaderine örülü. Çocuklar İsrail Ordusu Radyosu’nda haberleri dinlerken evde ne kadar rahat olduğumu içten içe biliyordum. İkinci Dünya Savaşı’nda bu böyle değildi. Bu iki yaşantıyı birbirine benzetmiyorum, aralarındaki farklara bakıyorum. Yiyeceğimiz var, evimiz ısınıyor. Üstesinden gelmemiz gereken tek şey korku. Bilinmeyenden duyulan korku. İlk gece ne ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Şimdiyse durum farklı. Dün babamla konuştum. “Yahudiler neler neler gördü.” dedi.

Savaş sona erdikten bir gün sonra Hannah’nın seansı vardı.

H: Gaz maskesi takmamak ne hoş. Fakat her şey çok hızlı oldu. Belki maskeleri biraz daha yanımızda tutmalıydık, onlar tamamen emin oluncaya dek. Evet, artık psikologlar savaştan ve gaz maskelerinden sonra İsrail’in durumunu çalışabilirler.

I: Demek istediğiniz şu mu; artık tehlike altında olmadığımıza göre size eskisi kadar yakın olmadığımı hissediyorsunuz? Sizin tepkilerinizle, araştırma amacıyla ilgilenen mesafeli bir psikolog oldum.

H: Bunun birtakım sonuçları olacak demeye çalışıyorum, hayat normale dönemez. Perşembe günü yalıtılmış sığınağı açtığımda, Cuma gününe ek seans istemek için sizi aramak geldi içimden. Serseme dönmüştüm. Ağlıyordum. İnsanın o sırada kendisine hâkim olması gerekiyor, fakat sonrasında… Atılan ilk Scud füzesinin ertesi günü çocuklarla bahçedeydim. Savaş sırasında aylarca evin bodrumunda saklanan, güneşi göremeyen babamı düşündüm. Şimdi vaktinin çoğunu bahçede uzanarak geçiriyor. Güneşi seviyor; sağ salim, ailesi yanı başında. Ben de bahçede olmayı severim, tıpkı babam gibi. Şimdi bir yerlere gitmeliymişim gibi hissediyorum. İnsan elindekileri daha fazla takdir etmeyi öğreniyor. Çocukları kibbutza[4], oyun parkına götürdüm. Özgür olmak muhteşem bir şey. Bu hafta sonu Kudüs’e gitmek istiyorum, seyahat etmek istiyorum.

I: O hâlde analize geri dönerek çocuk yanınızı bu oyun alanına getirmek demek, yaşama ve özgürlüğe dönmek demek. İçinizde çıktığınız seyahatlere devam etmek istiyorsunuz.

H: Çocuklarla evde olalım isterdim. Şimdiyse evde olmaktan bıktım. Çocukların ülkeyi görmesini istiyorum. Herkes saklandığı yerden çıkıyormuş gibi hissediyor.

I: Tedaviye dönmeye karar vermeden önce dört hafta evinizde saklanmışsınız.

H: Babamın savaş sırasında saklandığını biliyorum… Yemek aramaya çıkmış, döndüğünde karısı ve çocukları yokmuş. Etrafımdakilerin her zamanki gibi çalıştığını ve yaşadığını görmeme rağmen benim evden bir ay boyunca ayrılamamamın sebebi belki de budur.

I: İçinde bulunduğunuz durumu, babanızın geçmiş yaşantılarıyla karşılaştırıyor gibisiniz.

H: Çok farklılar, çünkü bu bizi vurmadı. Hitler gibi birinin tehdidi altında olsak bile bu birçoğumuz için sadece tehditten ibaretti. Sizi etkilemesine müsaade ettiğiniz ölçüde etkiliyor. Bazen içimden size, yok bir şey, bu sadece bir tehdit o kadar, demek geliyordu. Ama ertesi gün öyle kaygıya kapılıyordum ki çocuğumu yuvaya göndermiyordum.

I: Güçlü ve olgun durmanız gerekiyordu, beni ve kendinizi sakinleştirmek istediniz ama içten içe kaygılıydınız ve içinizdeki küçük kızı analize yollayamadınız. Onu içinizdeki bir sığınağa yerleştirmeniz gerekti. Artık orayı açabilir, orada olanlarla temas edebiliriz.

H: Burayı terk edebilirdim. Tek başımaydım, kocam evde yoktu. Çok sayıda İsrailli gidiyor dediler… Ben gidemedim. Yurtdışına gitsem de aklım hep burada olanlarla meşgul kalacaktı… Orada insanlar hayatlarına her zamanki gibi devam ediyor olacaklardı. Kendimi sadece son senelerde burada bana ulaşan kişilere yakın hissediyorum. İşin en kötü yanı çocukların tehlike altında olmasıydı. Peki o hâlde neden onları yurtdışına çıkarmadım? Yapamadım işte.

I: Sanırım şunu ima ediyorsunuz; yurtdışına gitmemiş olmanızın sebeplerinden biri de benim burada olduğumu, içinizdeki tehlike altındaki çocuğa ulaştığımı bilmek.

H: Savaş patlak verdiği gibi beni arayıp, her şeyin yolunda olup olmadığını sordunuz. Bu yaptığınız çok şahsi bir şeydi.

Hannah’nın Körfez Savaşı’nın başlarındaki, kendisine analize gelme izni vermediği zamanki sığınma ve korunmaya dair geriletici itkilerine karşı direncini bu seanslarda görebiliyoruz. Şimdi ise savaşın ardından, çocuksu özlemleriyle temas kurmaktan duyduğu korkunun farkına yorumlarım aracılığıyla varmıştı. Bu çocuksu özlemlerini, gerginlik yüklü Körfez Savaşı döneminde olgun düzeydeki ruhsal işleyişine karşı bir tehdit olarak görmüştü. İçgörüsünün artmasıyla, Yahudi Soykırımı sırasında saklanan ve kısacık bir an için evden ayrıldığında ailesini kaybeden babası gibi hissettiğini, onun gibi davrandığını anlamaya başladı. Kendisini daha güçlü hisseden ve gerçeklikle daha iyi baş edebilmeye başlayan Hannah, içinde bulunduğu gerçekliği babasının dehşetli geçmişinden çözme uğraşına devam edebildi.

Tartışma ve Sonuç

Şimdi ilk olarak Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının analizlerinde içgörü ve yorumun, ikinci olarak ise varoluşsal bir tehdidin söz konusu olduğu dönemlerde hasta-analist ilişkisinin tedavi ediciliğini irdeleyeceğim. Terapistin yorumlarının sağladığı içgörünün, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının analizlerinde tedavi edici rolünün önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yorumlar, hastaların eyleme dökmelerine anlam vermenin, ona bilişsel ve sözel bir biçim kazandırmanın temel aracı olurlar. Hastalar içgörülerinin artmasıyla, simgesel ve yer değiştirmiş eylemlerinin bilinçdışındaki kaynağının kaybettikleri sevdikleri olduğunun farkına varırlar. Bu onların esasında iki farklı düzlemde yaşadıklarını anlamalarını sağlar; içinde bulundukları zaman ve anne babalarının travmatik geçmişiyle bağlantılı düşlemsel dünya. Bu içgörülerin aktarım ilişkisi bağlamında derinlemesine çalışılması, nihayetinde hastaların içinde bulundukları zamanı ve anne babalarının geçmişini birbirinden daha iyi ayrıştırabilmeye başlamasını sağlar.

İçgörünün ve ilişkisel etmenlerin Körfez Savaşı sırasındaki tedavi edici etkisini saptayabilmek için ilk önce Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının bu dönemde gerçekliği nasıl algıladıklarını incelemem gerekir. Bu noktada, güncel travmanın hatıraları nasıl etkilediği gibi sorular söz konusu olur. Bilinçdışı zamansızdır (Freud, 1915a), onda sadece anlamlandırma vardır (Schaeffer, 1980). Bilinçdışında geçmiş ile şimdiki zaman birbirine karışır. Öyle ki geçmiş zamanın anlamı şimdikine dönüşür ve şimdiki zamanın anlamı geçmişin anlamını etkileyerek değiştirir (Loftus ve Loftus, 1980). Moses (1993b), bilhassa Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanlarda görülen bilinçdışı unsurun –bu her ne kadar gerçekçi değilse de- geçmişte başlarından geçenlerin tekrarlamasından duydukları korku olduğunu vurgulamıştır.

Psikanalitik travma modeli iki olaydan oluşur: sonradan meydana gelerek kökensel olayın yeniden canlanmasına sebep olan olay ile ancak o zaman travmatik bir nitelik kazanan kökensel olay (Laplanche ve Pontalis, 1967). Körfez Savaşı yaşantısı, Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarında anne babalarının geçmiş travmasını yeniden etkinleştirmişti. Geçmişin dehşetine bağlanan bu yaşantılar, çocukluğun korku ve kâbuslarına benzer bir nitelikle bezenmişti. Böylece iç ile dış, gerçeklik ile düşlem arasındaki sınırın ortadan kalkması tehdidiyle karşı karşıya kalınmıştı (Auerhahn ve Prelinger, 1983). Bu çocukların birçoğu İsrail’e yöneltilen füze saldırılarını, oldum olası korkuyla bekledikleri yeni bir soykırımın alameti olarak görmüştü. İsrail’in misillemeden kaçınma politikası bu hissi iyice pekiştirmiş; bir kez daha “kesilmeye götürülen koyunlar” olma, anne babalarının kaderini tekrarlamaktan kurtulamama korkusunu canlandırmıştı. Irak’ın kimyasal silah –özellikle de gaz- üretimine Alman şirketlerin de dahil olmuş olması, geçmişin kâbusunu şimdiki zamana daha da yaklaştırmıştı. Bir başka deyişle Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocukları için güncel dehşet, travmatik geçmişe dair düşlemlerinin korkutucu bir şekilde gerçeğe dönüşmesiydi.

Geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki bu bağın, salt Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların “ikinci kuşağına” özgü olup olmadığı sorusuna verilecek basit bir yanıt yoktur. İsrail nüfusunun büyük kesimi Körfez Savaşı tehdidini Yahudi tarihindeki soykırımla bağlantılandırmıştır. Dolayısıyla kolektif bellekteki geçmiş travmanın bir anlamda hepimizi “ikinci kuşağa” dönüştürdüğü söylenebilir.

Chasseguet-Smirgel’in (1989) “Bir psikanalistin Nazi biyokrasisi[5] ve soykırımı üzerine düşünceleri” başlıklı makalesinde analiz ettiği Nazi ideolojisi ile Saddam Hüseyin’in Körfez Savaşı dönemindeki ideolojisi arasındaki benzerlikler üzerine bazı fikirler yürüttüm. Hipotezini “Oedipus Karmaşasının Arkaik Matrisi”ne (Chasseguet-Smirgel, 1986) dayandıran yazar, Alman halkının (Aryanların) bedeninin, Anne bedeni –Alman anavatanı- ile bir olma amacını güttüğünü ve bu birleşmenin önündeki tüm engelleri (Yahudileri) ortadan kaldırması gerektiğini ileri sürmüştür. Aynı şekilde Saddam Hüseyin, Filistin halkının Anayurduyla buluşabilmesi için “Amerikan-Siyonist Yahudilerin” (onun İsrail halkına verdiği isim) Kutsal Topraklar’ını temizlemek istediğini bildirmişti. Bunu, Saddam Hüseyin’in, Filistinli din kardeşlerinin birleşik İslam dünyasına dönüşüyle özdeşleşmesi olarak düşünebiliriz. Acaba Saddam Hüseyin’in bu savaşı “Savaşların Anası” olarak isimlendirmesinin sebebi bu olabilir mi?

Savaş döneminde aktarım, karşı aktarım ve psikanalitik tekniğin incelenmesine dönecek olursak, psikanalizin genel kabulü olan yorumun her zaman uygun olmadığını belirtmek isterim. Zira analistler, hastalarının içsel krizlerine veya dışsal koşullarına, eğitimleri ve koşulları gereği şahsi tepkiler “vermemesi gereken” gözlemciler olmaktan çıkmışlardı. Daha 1937’de Glover şöyle yazmıştı: “Öyle görünüyor ki, terapötik etki konusunda salt yorumun değil, diğer etmenlerle…yani aktarımdaki insani ilişkiyle… birleşen yorumun da hakkını vermemiz gerekiyor” (Glover ve ark., 1937). O hâlde Körfez Savaşı sırasında analistler boş bir ekran işlevi görmemiş, daha ziyade “hastayı koruyup desteklemiş” (Spitz, 1956) ve yıkım ihtimali karşısında kendilerinin hissettiklerini de ortaya koyarak hastaya birliktelik hissini iletmişlerdir.

Bu dönemde Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocuklarının tedavisindeki amaç, o an kendilerine gerçeklikte ne olduğunu algılamalarına yardımcı olmaktı, geçmişte anne babalarının başlarına gelenler hakkındaki hayallerine odaklanmak değildi. Ne denli tehlikeli olursa olsun güncel gerçeklikle baş etmek, hastaların anne babalarının -etki edemedikleri ve geri alamadıkları- geçmişlerine dair hisleriyle baş etmelerinden farklı olduğu için, bir analist olarak hastalarımın güncel gerçekliğe tamı tamına ve gerçekçi bir biçimde dönmelerini sağlamanın zaruri olduğunu düşündüm. Bunu yansızlık ilkesinin elimi kolumu bağlamasına izin vermeden, aynı gerçekliği paylaşan biri olarak onlara ne hissettiğime dair ipuçları vererek yaptım (Nacht, 1962).

Bu döneme, bilhassa da soykırımdan sağ kalanların çocuklarının analizlerine özgü olduğunu anlatmaya çalıştığım şey, temelde analist ile hasta arasındaki “gerçek ilişki” alanında gerçekleşmekteydi. Analizin toplam süresiyle kıyaslandığında bu dönem nispeten kısaydı. Yine de Körfez Savaşı sırasında analist ile hastanın her ikisinin de varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığı bu analiz dönemine, izleyen analitik çalışmayı güçlendiren özel bir ilişki türü hâkimdi. Analist, gerçeklik karşısında kendi duygusal tepkisini hastayla paylaşarak ve şimdiki zamanla geçmiş arasındaki sınırı ebeveynlerinin aksine bulanıklaştırmayarak, hastanın gözünde dış gerçekliği şimdiki zamana yerleştirmişti. Bu açıdan bakıldığında bu dönem, Grubrich-Simitis’in (1984) “Yahudi Soykırımı gerçekliğinin ortak kabulü” tanımına benzerdir.

Pek çok diğer analist gibi ben de savaş esnasında hastalarımda sığınma ve korunmaya yönelik geriletici itkilere karşı daha fazla dirençle karşılaştım. Analitik tekniği hayati risk durumlarında etkili olacak şekilde nasıl uyarlayabileceğime dair ikilemdeydim. Benliğin kuvvetlendirilmesine dayanan iyileşme süreci, içgörünün adım adım kazanılmasıyla sağlanır. Fakat analitik ortam gerilemeye sebep olur; bu benliği zayıflatır, zayıflaması benliği korkuya daha açık hâle getirir ve bu onu daha da zayıflatır. Dahası Yahudi Soykırımı’ndan sağ kalanların çocukları gibi benlik sınırlarının bulanıklaşmasından muzdarip olan kişiler, çocuksu özlemlerine dair içgörü edinmeyi başkalarına kıyasla daha tehditkâr algılarlar.

Deneyimime göre, bu durumdaki bir hasta çocuksu yanlarını keşfedecek ve özümseyecek kadar kendini güvende hissedene dek analist bu dirence saygı göstermeli ve benliği desteklemelidir. Sunduğum olgu görüşmesi parçalarında görüldüğü gibi hastalarımın savaş sırasında içinde oldukları zor duruma benim verdiğim tepki, ortak yaşantımızdan doğallıkla söz etmek, akıllarını meşgul edenleri ve kaygılarını düşlemsel değil gerçekçi düzeyde ele almak oldu. Ancak yine de ebeveynlerinin soykırım geçmişiyle bağlantılı gizlenmiş korkularına işaret ettim.

Geriletici aktarımlarını yorumlamaya ancak savaşın sonlarına doğru, hastalar istikrarlılaşan benlik sınırları sayesinde kendilerini daha güvende hissettikleri zaman kalkıştım. Kaygı uyandıran gerçeklikle daha iyi baş edebiliyor olmaya başladıklarında artık güncel travmanın uyandırdığı çocuksu özlemlerini ve savaşın patlak vermesiyle ortaya çıkan dirençlerini derinlemesine çalışırken artan içgörülerini kullanabiliyorduk. Başarıya ulaştığımızda bu süreç, korku verici gerçekliğin uyandırdığı gerilim ve kaygıyla baş ederken hastaların bana ve nihayetinde kendilerine sırtlarını yaslamalarını sağladı.

İlişkisel etmenlerin; savaş sırasında hastaların karşılarındaki gerçek tehdit yüzünden yaşadıkları kaygı ve acıyı, ebeveynlerinin geçmişi hakkındaki düşlemleriyle alakalı olanlardan kısmen çözüp ayırabilecekleri kadar zihinsel örgütlenmeyi güçlendirdiğini keşfettim. Sonuç olarak bu onlara daha iyi baş etme becerileri kazandırdı ve sonrasındaki analitik çalışmayı pek çok vakada geliştirdi.

 

[1] VII. Bölüm, Çeviren Aylin Ülkümen

[2] Bunu Freud’un yazılarında bulan olmadığına dikkat çekmek gerekir, fakat Erikson Childhood and Society (1951, s. 229) kitabında Freud’un bu anlama gelen bir şeyler söylediğinden bahseder.

[3] Türkçesi: Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine Düşünceler, Uygarlık, Toplum ve Din içinde, çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları: İstanbul, 2015–ç.n.

[4] İsrail’de, ortaklaşa kullanılan yerleşim birimleri. Ed.n.

[5] Biyolojik bilimlerin sosyal bilimler ve siyaset üzerindeki etkisini tanımlar. Ed.n.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir